0
Bu soruların karşılıklarını bize yine işinin uzmanı bilim adamlarıyla kutsal
kitaplar araştırmacıları verecektir elbette.
Onlara göre, bu öyle gözlerde büyütüldüğü kadar zor bir olgu değildir.
Kutsal kitaplar ve Kur'an-ı Kerim, bize Tanrı'nın Nuh kuluna "Her tür hayvandan biri erkek, öbürü dişi birer çift almasını" buyurduğunu
açıklar. Tanrı, Nuh kulunun işini kolaylaştırmak için tıpkı Nuh'a seslendiği
(ve buyurduğu) gibi onlara da seslenmiş, yol yordam göstermiştir.
...
Ayrıca, hayvanlardaki doğal önsezi, yaklaşmakta olan büyük tufanı onlara duyurmuştur da. Böylece Nuh'a ve gemisine kendi ayaklarıyla gelmişlerdir.
Nuh, kişisel yapısı gereği, büyük bir hayvan dostu olarak biliniyordu. Bu
durumda, Nuh, gemisine kaç baş hayvan almış olabilir dersiniz?
Sorunun karşılığı yoktur, kimse de bilememektedir bunu. O dönemlerde dünyamızda kaç tür hayvan yaşıyordu? Bu da saptanmış değildir. Bilim adamları bu sayının (tür sayısının) 1544 ile 2392 arasında olabileceği
kanısındadırlar.
Yine bilim adamlarının hesaplarını değerlendirdiğimizde ortaya şu
çıkmaktadır. Yaklaşık 2000 hayvanı doğru dürüst besleyebilmek için Nuh ve
ailesinin her bireyi, her üç dakikada bir, bir hayvanı besleyip su vermek
zorundaydı. Bu hesaplama bir günü 12 saat (uyku dışında) olarak
kabullenip yapılmıştır.
"Yaradılış ve Tufan" adlı kitabında Doktor Morris bu beslenme sorununa
titizlikle eğiliyordu.
"Doktor Morris, bu ileri sürülenlere göre, nasıl oluyor da 8 insan,
2000 hayvana tam 13 ay süreyle bakabiliyor?
"işin bu noktası, Nuh ve Tufan olayına karşı çıkışların en başında
gelmektedir. Kimilerine göre, bu olanak dışıdır. Ama şu da
düşünülmelidir; hayvanların bir çoğu kış uykusuna yatmış olabilir
ya da kötü hava nedeniyle böyle bir zorunluğu duymuş olabilir.
Bu durumda solumaları bile hafifler. Şunu demek istiyorum: Hava
bozmaya, bulutlar kararıp çoğalmaya ve fırtına çıkıp azmaya
başladığında kafeslerine konmuş hayvanlar tufan boyunca,
sürekli uyumuşlardır."
Eldeki şimdiye kadar olan verileri topladığımızda, anlatılanlardan teknik
ve bilimsel verilere uygunluk gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Gemi ve canlı
yükü, büyük tufanı atlatabilecek bir güce sahipti.
Fakat insanlar yine de kuşku içindedir: "Kanıt nerede, peki?" diye
sormaktadırlar. Gemi, buzlar altında ve Ağrı dağında mı? Tufan sonrasında
gidip o Ağrı dağının tepesine mi oturdu? Peki, nerede onun kanıtı da?
Nuh'un gemisi gerçekten var oldu ve başından kutsal kitapların hepsinde
yer alacak nitelikte bir serüven geçti ise, bunun elle tutulur, gözle görülür
somut kanıtı mutlaka olmalıydı. Bu, ne idi, ne olmalıydı; varsa nasıl ve
hangi yoldan ele geçirilmeliydi? Haklı sorulara bir karşılık arayıp bulmak
amacıyla yeni keşif seferleri başlatıldı ve sürdü gitti.
"ister inan, ister inanma" nın ünlü yazar ve çizeri Robert Ripley'i
tanımayan yoktur. 1938 yılındaki Nuh'un gemisi keşif seferine Ripley'de
katıldı. Ripley hemen hemen dünyanın bütün ülkelerinde sayısız okura
sahiptir ve çizip yazdığı şaşırtıcı olguların yanlış ya da uydurma olduğu
bugüne dek kanıtlanmamıştır.
Ripley bir süre önce Irak'a gitmiş, ünlü Babil Kulesi'ni görmüş ve iran'da
iken ülkenin toprağının dörtte birinin boş çöl olduğunu, garip köşeli
biçimler halinde çatlayan toprağı tufan sularının yeniden biçimlendirdiğini
ileri sürmüştü. Ripley, Şam'da Nuh'un mezarı diye kabul ettiği bir mezar da
bulmuştur ayrıca.
Yeni seferin amacı, Ferdinand Parrot'nun Ağrı dolaylarındaki küçük
Ermeni manastırında gördüğünü ileri sürdüğü, Nuh'un gemisinin
tahtasından yapılan haç gerçeğini öğrenmekti. Bu seferden nice sonra,
1950'de haçın gerçekten görüldüğü savı ortaya atıldı. Evet, böyle bir haç
vardı; boyutları 12 inç uzunluğundaydı ve kızılımsı bir tahtadan yapılmıştı.
O seferin ardından da yıllar geçti. ikinci Dünya Savaşı'nda Amerikan pilotları
Ağrı Dağı üstünden sayısız uçuşlar yaptılar. Müttefikleri olan Rus Kızıl
Ordusu'na malzeme ve yiyecek taşıdılar. Yine o yıllarda pek çok raporda
Nuh'un gemisinin görüldüğü bildirildi.
Bu raporlardan biri, 1943 yılında ABD ordusunun yayın organı "Stars and
Strips" adlı dergide yayınlandı. Arada Rus pilotları da gemiyi karlar
buzlar arasında gördüklerini belirtiyorlardı.
Savaş sona erdi, barış yapıldı ve Rus pilotları tekrar tekrar Ağrı üzerinden
uçtular.
Nuh'un gemisiyle ilgili çalışmalarını bugün de sürdüren Errol Cummings,
bu konuda Doktor Donald Liedmann'la konuştu. Doktor Liedmann'ın
önde gelen özelliği, Rusların bu uçuşları üzerinde ilk elden bilgi sahibi
olması idi.
"Rus birliğinden bir subay, 1937 yıllarıyla 1947 arasında her yıl Ağrı
ve yöresine sefer yapıyordu. 1948'de de böyle bir sefer yapılmıştı
ayrıca. Bilindiği gibi, Ruslar, 1915-16'da ve 1918 yılında da birer sefer
daha düzenlemişlerdi. Toplam, 13 seferdi hepsi. Benim tanışım olan
o Rus subayı, 1937 ile 1947 arasındaki keşiflere katılmıştı. 1947
seferinde çekilen fotoğrafları bana da gösterdi. Bu fotoğraflarda,
çok iyi anımsıyorum, gemi yaklaşık 1400 fit yüksekliğindeydi ve 80
fitlik bir bölümü buzlar arasından çıkmış, görünüyordu bayağı."
1952'de, Ortaduğu'da çalışan Amerikalı bir pipe-line mühendisi de Ağrı
Dağı'nda Nuh'un gemisini gördü. George Jefferson Green adlı bu
mühendis, helikopterle keşif uçuşu yaptığı bir sırada gemiye rastlamıştı.
Koca gemi kayalar arasında sıkışmış bir durumdaydı, tek bir yanı ortalık
yerde duruyordu.
Green, helikopterin pilotuna biraz daha yaklaşmasını söyledi. Pilot denileni
yerine getirdiğinde ikisi de çok heyecanlandılar. Green görülenleri
fotoğrafla saptadı. O sırada güneş de yavaş yavaş batıyordu. Green, altı
tane birbirinden güzel fotoğraf çekti. Fotoğraflar her cepheden gemiyi
gösteriyorlardı.
Green çok geçmeden Ortadoğu'daki görevinden alınıp ingiliz Guyanası'na
yeni bir görevle atandı. Maden işinde çalışırken bilinmeyen kişilerce
öldürüldü sonra. Bu arada tüm eşyaları; içlerinde Nuh'un gemisinin
fotoğrafları dahil, çalındı, yok oldu hepsi.
Hikaye, şaşırtıcıdır, bir türlü bütünlenemiyordu. Yeni buluşlar, yeni bulgularla
gün geliyordu, bir heyecan dalgası yaratıyor, bilim adamları, uzmanlar ve
kutsal kitaplar araştırıcıları bir araya toplanıp önlerine konulanları enine
boyuna tartışıyorlardı.
Kimilerince yeni bulgular bir çok gizli kalmış olguyu gün ışığına
kavuşturuyordu. Olay, bilinmezlikten neredeyse çıkmak üzereydi. Biraz daha
çaba ve yeni seferler aracılığında yeni bulgular işin sonunu getirebilirdi
pekala.
Kimileri de temelden karşı çıkıyordu: Bu bulguların konuyla uzaktan yakından
bir ilişkisi yoktu, olamazdı. Kanıtların daha somut, daha elle tutulur, gözle
görülür olması zorunluydu. Kanıt sahiplerinin bir çoğu erişilmez bir düş
gücünün sahipleri olabilirdi. Bu, kuşkusuz, konunun aydınlığa çıkması için
yeterli olmaktan çok, daha karmaşık, daha bir bilinmezlik içine sürüklerdi.
Tümünü Göster