O bir büyücü. Yazı demek her şeyden önce gözbağı demek onun için. Toplumun tüm kurallarını alt edip yerleşik kavramları alt üst etmek; ama bunun yanında sempatikliğini kaybetmeden şiirsel bir dille yazıda var oldu hep. Her ne kadar en ünlü eseri Lolita olsa da kendi çağındaki bilinirliliği ünlü yazarlara getirdiği “belaltı” sayılabilecek ağır eleştirilere dayanırdı.Rusya’da doğdu, Avrupa’yı gezdi ve Amerikalı olarak öldü. Dostoyevski’nin tanımladığı tembel ama gururlu, aristokrat işçi Rus karakterini hiç kaybetmedi; ancak Amerika’nın sağladığı tüm olanakları kullanmaktan da çekinmedi. Bir ingilizden daha iyi bir biçimde ingilizceyi kavradı ve şaheser denilebilecek eserler bıraktı (1). Rus edebiyatı profesörü olsa da asıl mesleği her daim “muhalif” olmaktı. Günübirlik ezberleri bozup içselleşmiş kavramları parçalayarak yaptı belki ama esas amacı hiçbir zaman “devrim” yapıp geleneği bozmak değil, geleneğin yeni dünya koşullarında işe yaramadığını göstermekti.Natakov’un eserlerini düzyazı olarak görmek hakaret olur kanaatimce. O şiirle bezeli sayfalar dolusu epikler bıraktı. Yaşayıp vakti gelince de göçüp gitmek yerine, sorularıyla dünyayı dönüştürmeye çalıştı ve Yunanlıların deyimiyle –muhaliflik bakımndan elbet- geçmiş için yeniyi sorgulayan bir kahraman olarak öldü.Onun herhangi bir yapıtını, “acaba yazar burda ne demek istemiş?” sorusuyla ele almak haddim değil. Bu nedenle Lolita’nın değerlendirmesini, yazardan tamamen ayıran bir anlayışla yaptım. Kitabı yazardan gayrı tek başına bir varlık olarak düşünerek, yazarın değil kitabın neler anlattığına baktım. Ve sonucu böyle bir şey oldu…u cümleyle başlar Humber Humbert (adı çift yazmıyorum, karakterin tam ismi böyle) serüvenine ve bizi alacalı bulacalı dünyasına sokmayı başarır.
http://imgim.com/2q0q5gj.jpg Bir biçimde ondaki çocukseviciliğini (o supericiği aşkı diye tanımlar)Lolita kanıksamayacağımız yere dek zütürür ve ardından bunun çok kötü bir şey olduğunun bilinciyle yapmacık özürler savurarak bizi kendimize getirir. Bir gel-git halinde okuruz tüm kitabı. Belki de bu nedenden olsa gerek özellikle kitabın ilk kısmında –kısmen de sonlarına doğru–, ondaki sübyancılığın sebebini bulup çıkartmaya ve bir şekilde yaptıklarını aklamaya çalışırız kafamızda. Aynı derde Humbert’in kendisi de düşmüştür. Aptalca bir kategorileşmeye düşülmemesi için uzun uzun anlatır çocukluğunun çok güzel geçmiş olduğunu. (böyle durumlarda hep kötü geçirilen çocukluk dönemine atıfta bulunur ya pgibologlar.) Çok bahsetmese de annesini küçük yaşta kaybettiği bilgisini verir ve babasının yeterince sevgi göstermediğinden dem vurur. Ancak çevresi zaten halalarla çevrilidir ve güzel çocukluk anıları vardır. Burdan bir Freudyen tez çıkarmak mümkündür, ancak Humbert bundan kaçınarak küçükken aşık olduğu Annabel’in hikayesini anlatmaya koyulur. Ona aşıktır ve hiçbir zaman elde edemez. Bir gece plajda tam düşü yerine gelecekken, birkaç “ağzı sulanmış” adam tarafından basılırlar. Sevgilisi dört ay sonra tifüsten ölür. O gece sevgilisinin bu iki adam tarafından tecavüze uğrayıp uğramadığı bilgisini vermez. Tek bildiğimiz kötü bir deneyim yaşadıkları ve sevgilisinin dört ay sonra öldüğüdür. Bu travmanın kendisiyle de Humbert’in çocuk seviciliğini (Freudyen yaklaşımlarla da bezeyerek) açıklamaya girişmek mümkün. Bu iki sebebi kısa bir sürede beynimize işledikten sonra, Bay Humbert çocuk avcılığına başlar.Ancak üçüncü bir yol daha vardır Humbert’i okumanın. “Her şeyin bir sebebi vardır” diye bilinen müthiş argümanı bir kenara bırakabilirsek, görürüz ki aslında Humbert doğuştan böyledir. Her bireyin kendine özgü bir arzulanma nesnesi (veya nesneler topluluğu) vardır aslında. Bu kendine özgülüğü çocukluğa bağlı travmalarda aramak, toplumun koyduğu kurallar dışında cinselliği yaşayanları “hasta” olarak görmemize sebebiyet verir. Uzun bir süre “gay olmak” başka bir cinsiyet olarak değil, bir hastalık olarak görüldü. Aynı şekilde lezbiyenlik, travestilik vs. Sadizm ve mazoşizmden zevk alanlar her daim çocukluklarına döndürüldüler, tedavi edilmeye çalışıldılar. Aslında çok daha basit bir açıklama mevzubahistir. Kimi vakalarda geçmiş yaşantının etkileri göz ardı edilmeden tabi, toplumun belirlediği cinsel yaşantı dışındaki cinselliklerin doğuştan olduğunu görmek veya kabullenmek. Fen Bilimlerinde aksi ispatlanmadıkça, en basit açıklamanın doğru açıklama olduğuna dair bir teori vardır. Tüm bu “cinsi sapıklıkların” doğuştan olmadığının ispatı yokken, bunları bir travmaya veya yanlış yetiştirilmeye bağlamanın bir manası yok. Özün sözü Humbert Humbert doğduğundan beri (nasıl ki kimimiz kadınları, kimimiz erkekleri, kimimiz gaylari, kimimiz olgunları vs..) supericiklerine karşı bir düşkünlük içerisindedir ve sonrasında yaşadığı tüm olaylar da bunun bir tezahürüdür. Babasından yeterince sevgi görememesini söylemesi (çünkü ona göre suprensinin seviliş tarzı öyle değildir), annesinden pek bahsetmemesi (annesi tapılacak bir kadın değildir, çünkü su periciği değildir), Annabel’e olan aşkı (Annabel tam bir su periciğidir), sevmediği bir kadın olmasına rağmen evlendiği karısı tarafından aldatıldığında öfkelenmesi (hiçbir su periciği ona bunu yap(a)mazdı) vs.
Özet: Yazının içine sakladım.