1. 1.
    +1
    overlok makinası ayağınıza geldi. halı, kilim, yolluk, paspas kenarına, halıfleks kenarına overlok çekilir. beş dakikada yapılır, hemen teslim edilir.
    ···
  2. 2.
    0
    John Lukacs, yüzyılların süreleri üzerine yaptığı tespitte, yüz seneden oluşan yüzyılın, sayısal manada ondalık takvime tekabül etmesinden çok, medeniyetlerin, ulusların ve bireylerin hayatlarındaki gerçek dönüm noktaları açısından, yüzyılın başka bir anlam kazandığını ileri sürüyor. Böylelikle 17. yüzyılın 101 yıl, 18. yüzyılın 126 yıl, 19. yüzyılın ise Napolyon savaşlarının sonundan (1815) I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar (1914) toplam olarak 99 yıl sürdüğünü gözlemliyor. Bu tespitten yola çıkarak, kapitalistlerin paylaşım savaşı ile başlayan (1914) 20. yüzyılın, Doğu Bloku’nun kutup değiştirmesi ve belirgin olan soğuk savaşın sona erdiği 1989 yılına kadar tam 75 yıl sürdüğünü görebiliyoruz.

    Ulusların düşünsel sınırları
    Çağlara baktığımızda ise, kabaca kadim, orta ve modern çağlar karşımıza çıkıyor. Orta çağların 1989’da bittiğini düşünen bazı vakanüvisler, 17. yüzyılın dünya düzeninin bitişini görmüyorlardı. 1815’ten sonra devrimler oldu. 19. yüzyılın son çeyreğinde ise, modernizm kendini tam anlamı ile hissettirmeye başladı. 1893’te H. V. Hofmannsthal modernlik üzerine şöyle diyordu:“Hayatın çözümlenmesi ve hayattan kaçış”.

    Artık iki zıt nokta birbiriyle çakışıyordu. Modernizm, mekanik akıl ile sezgici aklı ısrarla bu iki uç arasındaki bir gerilime iterek çatışmayı mutlaklaştırmıştı. Her alanda gelişen bu tartışma ulusların düşünsel sınırlarını ortadan kaldırarak iletişim ağının örülmesine ve düşüncelerin gittikçe enternasyonalize olmasına neden olmuştu.

    20. yüzyıla girildiğinde, kendine ilerici bir misyon biçmiş olan burjuvazinin sözcüsü, presbiteryen W. Wilson ulusların kendi kaderlerini tayin etme fikrini yayıyordu. Emek-sermaye çelişkisinin ve eşitsiz gelişmenin yaşandığı bu dünyada, ulus çıkarlarını (kendi sınıflarının) sınıfların üstünde tutan “demokrasi” havarisi emperyalistler, böylelikle dünyayı iki büyük felakete sürüklediler. Birincisinde kendi aralarında paylaşım için mücadele ettiler, daha sonra da faşizme karşı cephe oluşturdular.

    ‘Kalkınma’ ve ‘demokrasi’
    1917 Devrimi’nden sonra dünya iki kutuplu hale gelmişti. Ancak, 2. Dünya Savaşı’nda güç kaybeden Avrupa devletleri, savaş sonrasında merkeziyetçiliğini ABD’ye kaptırmış ve “demokrasi” sözcülüğünü yapan ABD soğuk savaşın kaçınılmaz kutbu olmuştur. Doğu Avrupa’yı etkisi altına alan sosyalizm, ABD’nin en büyük korkusu halini almış ve buna karşılık sosyalizmin etkisinin önünü kesebilmek için, toplumsal ve teknolojik “kalkınma” ideolojisini devreye sokmuştur. Bu “kalkınma” ideolojisi ile birlikte, emperyalistlerin kontrolünde pazar sınırları kalkmaya başlamış ve kapitalizm enternasyonalize olma sürecini başlatmıştır. Bu siyasi modelin ideolojik pazarları, aynı ihracat yönelimli büyüme stratejisini izleyen Latin Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’nın birçok ülkesi olmuştur.

    Böylelikle emperyalistler hem sosyalizme karşı iknacı, hem de düşük emek maliyetli bir sonuca ulaşmışlardır. Sanayileşmeye yönelik bu “kalkınma” ideolojisinin önemli sacayağı ise uygulanan “demokrasi” illüzyonu olmuştur. Devrimci dönüşümlerin önünü alabilmek için halk güçlerini hareketsiz bırakan, statükosunu meşrulaştırmak niyetiyle geniş halk kitlelerine ekonomik ve toplumsal uyum politikalarını zaman zaman silahlı dayatan sivilleştirilmiş muhafazakar, otoriter, baskıcı “demokratik” rejimdir.

    ABD, SSCB’de sosyalizmin çözülüşü ve Doğu Avrupa’daki değişimlerin ardından, sanayileşmeye yönelik stratejisini değiştirerek, insanların beynine yönelik ideolojik saldırılarını önemli bir silah olarak kullandığı iletişim araçlarının yardımı ile sahte düşünsel patikalar yaratmış ve mutlak felsefi spekülasyonlara dayalı, oyalayıcı suni tartışmaları başlatmıştır. Bu strateji, sanayileşme sonrası toplumun beyninde hasar yaratan ciddi bir zihin yarılmasına neden olmuştur. Böylelikle “kalkınma” paradigması son bulmuş ve yeni bir savaş yöntemi olarak “demokrasi” paradigması devreye girmiştir.

    Tiyatroda bir teknik vardır, fars tekniği. Başka bir deyişle söyleyecek olursak, trafik tiyatrosu. Bu oyun tekniği, ilkel, inanırlığın sınırını aşan ve saçma konulardan oluşan bir güldürü türüdür. Ama en önemlisi, bütün bu saçmalıkların nasıl yutturulduğudur. işte fars tekniğinin dikkat edilmesi gereken noktası budur. Bu nokta ise hızdır. Eğer oyuncu, bu oyunu hızla oynarsa, seyircinin düşünmesini engelleyen bir unsurdur. Seyirci oyunu sadece yüreğiyle seyreder, aklı devredışı kaldığı sürece, ne kendi durumunu, ne de oyunu analiz edebilir. Böylelikle seyirci tiyatrodan çok eğlenmiş olarak çıkar. Tiyatrodan çıkan seyircinin aklı hala cebindedir. Çünkü kapitalizm, onu hayatın içinde zaten bir hıza mahkum etmiştir. Seyircinin içinde bulunduğu yaşam koşulları düşünmenin yollarını kapatmıştır. Zaten onun trajedisi, seyirci durumuna düşmesiyle başlamıştır. Kendine düşünme zamanı yaratamayan seyirci, büyük bir hızla geriye doğru akan tarihte, yüzyıllar boyu büyük mücadeleler vererek elde ettiği birikimlerini de kaybetmektedir. Artık o seyirci mekanik bir robota dönüştürülmüş modern köledir.

    (yiğit tuncay)
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    0
    up up up
    ···
  4. 4.
    0
    korktunuz mu lan?
    ···
  5. 5.
    0
    özet geç bin
    ···
  6. 6.
    0
    ccc fiyır dat kom ccc
    ···
  7. 7.
    0
    okuyana kadar zaten 30 sene geçer ölür giderim lan
    ···
  8. 8.
    0
    up up up
    ···
  9. 9.
    0
    öldüm amk
    ···