-
1.
+15 -17kuran'da ki açık ve net olan çelişkilere rağmen o olaya girmeyeceğim. başlıyorum.
soru 1: adem'i ve havva'yı 1 elma için cennetten kovan allah neden 7 aylık kıza tecavüz edenlere dokunmuyor? ha diyeceksiniz ki cehennemde yanacak vs.. geçin bunları..
soru 2: peygamberiniz neden hoşgörü dinini kılıç zoruyla yaydı? allahın onları müslüman yapacak gücü yok muydu? hani hoşgörü diniydi lan?
soru 3: allahınız neden bu kadar çok din icat edip din savaşlarına ve akabinde acı'ya ve sefalete sebep oldu? daha önce çıkardığı dinler yanlış mıydı? onlar demo dinler müslümanlık full sürüm mü amk?
soru 4: ben ateistsem bu tanrınızın varlığına beni inandıramamasındandır. yani allahınızın bana verdiği beyni kullanıp sorguladığım için ben mi suçluyum?
okuyan olursa daha bir çok sorum var buyrun. -
2.
+5 -61- elma yüzünden ibret veren tanrın diri diri kız çocuklarını gömen insanlara ne yaptı? hiç bişey.
2- git müslümanlığın nasıl yayıldığını araştır öyle gel karşıma
3- onlar da senin allahının çıkardığı dinlerdi ve insanoğlunun bunu değiştirebildiğini kabul ediyorsun ama müslümanlık değişmez öyle mi?
4- beni inandıramıyorsa suç benim değil. kanıt gösterdi de ben mi inanmadım? -
3.
+2 -4( diğerleri ise islamı koruma ve yayma çabası ) hangi merhametli tanrı kendi yarattığı insanların ölümüne sebep olacak savaşlar ister panpa?
madem cennet sınav yeri değil neden adem ile havva ceza aldı?
allah önce ki dinleri koruyamamış ama müslümanlığı koruyacağına inanıyorsunuz öyle mi yani?
sorguladığım zaman ateist oldum işte. bu da allahın suçudur. -
4.
-2@6 big bang ve evrim teorisini araştır. bu iki soruyu da cevaplar.
-
5.
+1 -1@8 kuran'ı okumadığımı nerden biliyorsunuz? işte fark burda. kuran'ı okumayan yada okuyup anlamayan müslüman okuyup anlayan ise ateist olur.
-
6.
0@11 şimdi sana büyük patlamadan girip evrenin oluşumundan devam edip primatlar ve ilk canlı'lardan ders verecek değilim. bunları yazsam ne vakit yeter ne de sen okursun.
-
7.
+2@9 iyice oku bak herkes farklı cevaplar veriyor. benim allah'a yada müslümanlığa karşı bi düşmanlığım yok sadece mantığın peşinden giden bir insanım ve kimse bana mantıklı açıklamalar yapamıyor. size göre mantıklı olabilir ama bana göre sadece kulaktan dolma hikayeler var.
-
8.
+1 -1Big bang teorisi nedir?Tümünü Göster
Büyük patlama olarak bilinir. Evrenin 13,7 milyar yıl önce aşırı sıcak bir ortamdan geldiğini savunan teoridir. Evrenin başlangıcı olduğu kabul edilir. Amerikalı Edwin Hubble evinde kullandığı dev bir teleskopla gözyüzünü incelerken yıldızların kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluşla bilim dünyasında büyük değişimler oldu. Yıldızların git gide dünyadan uzaklaştığını anladılar. Sadece dünyadan değil birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Bunun sonucunda da evrenin sürekli genişlediğini anlaşıldı. Evrenin bu şekilde başladığı ön görülürbig bang teorisi
Big Bang herhangi "bir yer"de olmuş bir patlama değildir. Yani Big Bang (Büyük Patlama), adının böyle olmasına karşın, konuya aşina olmayan kimilerinin adını ilk duyduğunda hayal ettiği gibi, günümüzdeki galaksileri oluşturan maddeyi dışarı fırlatıp atan, herhangi bir noktada meydana gelmiş bir patlama değildir. Big Bang’ın ilk döneminde evrende (en azından gözlemlenebilir evren bölgesinde) hüküm süren koşullar her yerde aynıydı. Buna karşılık maddi unsurların evrenin genişlemesi olgusuyla birbirlerinden hızla uzaklaştıkları doğrudur. Büyük Patlama terimi de işte bu genişleme hareketinin şiddetine gönderme yapmak üzere tercih edilmiş bir terimdir, özel bir yerdeki patlamayı kastetmemektedir.
Big Bang’ın anladığımız anlamda bir merkezi ya da özel bir yönü yoktur. Evrenin geçmişte nasıl olduğunu ancak evrenin uzak bölgelerini gözlemleyerek anlayabilmekteyiz, evrende ne kadar uzak bir bölgeyi gözlemleyebilirsek, evren tarihinde de o kadar uzak bir geçmişe gidebilmiş oluruz. Fakat günümüzde görebildiğimiz şey doğrudan doğruya Big Bang'ın ilk döneminin kendisi değil, evren tarihindeki bu sıcak aşamanın ışıklı yansıması diyebileceğimiz “kozmik arkaplan ışıması”dır. Bu ışıma esas olarak tekbiçimli olup her yönde gözlemlenebilmektedir ki, bu, Big Bang’ın gözlemleme olanağı bulduğumuz bölgelerde son derece homojen bir tarzda meydana geldiğini göstermektedir. Bakışlarımızı asla Big-Bang’ın ilk haline kadar zütüremeyecek olmamızın nedeni, ilksel evrenin, yüksek yoğunluğundan dolayı, donuk ışımalı oluşudur; tıpkı Güneş’in merkezini doğrudan göremeyecek oluşumuz, ancak onun yüzeyini gözlemleyebiliyor oluşumuz gibi...
Big bang nasıl keşfedildi?
1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu.
Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya ingilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.
Yeryüzündeki canlıların öyküsü yaklaşık 4 milyar yıl öncesinde başlar. Memeliler sınıfının 33 takımından biri sayılan primat ise bugünkü bilgilerin ışığında 65-70 milyon yıllık bir geçmişe sahiptir (Eimerl ve De Vore, 1969; Romer, 1971; Rosen, 1974). Primat tarihi bir bakıma tüm diğer memelilerinkiyle aynıdır. Mezozoik dönemin son zaman dilimi olan kretase'den itibaren yeryüzü iklimi hissedilir derecede değişti; ortam giderek soğumaya başladı. iklimde görülen bu önemli değişmeye, bir varsayıma göre, çok büyük bir gök cisminin dünyaya çarpması sonucu atmosferde oluşan muazzam toz bulutu ve çarpma sırasında atmosfere dağılan çok miktardaki parçacıklar neden oldu. Atmosferi kaplayan toz bulutu ve parçacıklar güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasına büyük ölçüde engel oldu. Sonuçta dünyamızdaki ısı önemli derecede düştü.
Bir başka görüşe göre de, bu belirgin iklim değişmesi öyle dış kaynaklı olamazdı; yeryüzü iklimi birdenbire değişmedi. Özellikle ikinci zaman sonundan itibaren başgösteren volkanik faaliyetler, deniz düzeyindeki önemli değişiklikler ve yeryüzü kaynaklı diğer jeolojik olaylar bu iklim değişmesinin belli başlı sorumlularıydı.
Zamanımızdan 65-70 milyon yıl öncesinden itibaren başta dinazorlar olmak üzere çok sayıda canlı tarih sahnesinden silindi. Ortaya çıkan bu boşluğu ise dünyanın birçok bölgesinde çok ufak, genelleşmiş bir anatomik yapıya sahip, dişleri, beslenme alışkanlıkları, sayısız bedensel ve davranışsal özellikleri ile her türlü ortamda rahatça yaşayabilecek bir biyolojik ve fizyolojik potansiyelde olan arkaik memeliler doldurdu. Bu memeliler yavrularını doğurarak dünyaya getiriyorlar, onları emziriyorlardı. Vücut ısılarını ayarlama mekanizmasına sahip sıcak kanlı hayvanlardı. Dişleri, sürüngenlerinkinden farklı olarak kesme, parçalama ve ezip, öğütme işlevlerini üstlenecek biçimde farklılaşmıştı. işte bu arkaik memeliler içinde bizi de çok yakından ilgilendiren bir takım var ki ona primat adı verilir. -
9.
+2Primat sözcüğü ilk kez isveçli doğa bilgini Linne tarafından kullanılmıştır. Morfolojik, fizyolojik, biyokimyasal ve davranış örüntüleri yönünden hayli çeşitlilik gösteren primatların tümünü hiçbir ayırım yapmadan maymun denilen çok yanlış bir sözcük altında topluyoruz. Bu sözcüğün bilimsel hiçbir anlamı yoktur; üstelik bir dizi yanlış anlamalara da yol açmaktadır. Biz insanlar, eski ve bugünkü tüm temsilcilerimizle primat dediğimiz bu takımın bir parçası sayılırız. Ancak, neden insanın bu takım içinde yer aldığı, ya da ne tür bir ilişki ile diğer primatlara bağlandığı, bunlar arasından hangilerine diğerlerinden daha yakın olduğu pek bilinmez. işte bu bölümde primatları anatomik ve davranış örüntüleriyle ele alırken, bu tür soruların da yanıtlarını bulmuş olacağız.Tümünü Göster
Her şeyden önce, biz insanlar tüm diğer primatlar gibi çok hücreliyiz. Bir memeli olarak tıpkı onlar gibi vücut ısımızı birkaç derecelik oynama ile sabit tutarız. Dişi primatlar gibi insanoğlunun dişisi de göğsünde bulunan bir çift memeden yavrusunu emzirir. Aslında, benzerliklerimiz bu kadarla da sınırlı değildir; gerek fizyolojik, gerekse morfolojik birçok anatomik özelliği diğer primatlarla paylaşırız.
Primat dünyası aslında bize pek yabancı sayılmaz; hayvanat bahçelerinde çoğumuz onların yarı açık kafesleri önünde durur, anlamlı bakışlarla uzattıkları ellerine kuruyemiş vb yiyecekleri vermek için yarış ederiz. Yassı tırnaklarla son bulan beş parmaklı ve tutucu başparmağa sahip ellerine bakarak, hayret ne kadar da bizimkilere benziyor, diye şaşar kalırız. Her tür yiyeceği ayırt etmeden yemelerine seviniriz. Gösterdikleri akrobatik hareketlerle seyircilerin hayranlığını kazanırlar. Kulakları, gözleri, yüz mimikleri ile onları hayvanat bahçesinde kendimize daha yakın hissederiz. Ancak aramızda bazı benzerlikler bulunmasına rağmen, yine de farklı bir cins olduğumuzu unutmamalıyız. insan dışındaki tüm primatlar içgüdüsel olarak beslenirler ve yaşamlarını böylece sürdürürler. Oysa insan, salt yaşdıbını sürdürmek amacıyla beslenmez; o yemek yemeyi bir davranış örüntüsü haline getirmiş ve beslenme kültürü nü yaratmıştır. Öte yandan insan, diğer primatlarda olduğu gibi salt soyunu sürdürmek için içgüdüsel olarak cinsel ilişkide bulunmaz. Bunu aynı zamanda bir davranış örüntüsü haline getirmiştir. insan, yavrusunu bakıp yetiştirirken, eğer böyle davranmazsam ölür kaygısını gütmez. Bu endişenin ötesinde onu, içinde yaşadığı kültürün icabettirdiği biçimde, daha iyi koşullarda besleme ve yetiştirme yollarını, kendi olanakları içinde araştırır. Aslında, tüm bu davranışları niçin gösteriyoruz? Çünkü bunları yerine getirirken bir tür zevk alıyoruz, mutlu oluyoruz, ruhsal doyuma ulaşıyoruz. Üstelik bunları, tüm diğer canlıların aksine, içgüdülerimizi aşarak gerçekleştiriyoruz. Bir başka deyişle, insan, içgüdülerini büyük ölçüde yitirmiş bir primattır.
insan dışında hiçbir primat kültürel sistemler geliştirememiştir. insanoğlu, simgesel anlatım sayesinde edindiği her tür davranış örüntüsünü bir bireyden diğerine ya da bir kuşaktan diğerine aktarabilir. Bu nitelik hiçbir primatta yoktur. Doğal ortamlarında primatlar çevrelerinde bulunan taş parçaları, ağaç dalları gibi nesneleri belirli amaçlar (avlanma, savunma vb.) doğrultusunda kullanabilirler, özellikle besin gereksinmesini karşılamak için, ince ağaç dallarını yapraklarından sıyırarak kullanan şempanzenin bu davranışını da pek öyle abartmamak gerekir (Kortlandt, 1986). Bunlarda her şeyden önce simgesel anlatım yoluyla, tıpkı insandakine benzer biçimde, bir bireyden diğerine aktarılan alet yapma ve kullanma geleneği bulunmamaktadır. Şempanzelerin bir alet teknolojileri yoktur. Alet olarak kullandıkları nesneler, hemen orada varolan ve ihtiyaç duyulduğu anda basit biçimde hazırlanan, işi bittikten sonra da bir kenara atılan ağaç dallarıdır. Şempanzeler bazen bu çubukları, dişleriyle kırdıkları uzun hayvan kemiklerinin içinden ilik çıkarmak amacıyla da kullanırlar (Goodal 1965).
Şempanzeleri yaklaşık 30 yıl doğal ortamlarında gözlemleyen Goodall, bunların ağaç dallarını, el ya da ağızlarıyla yapraklarından sıyırdıktan sonra termit yuvalarına sokarak termit yakaladıklarına tanık olmuştur. Bu tür çubukları hazırlarken şempanzeler, ayak başparmaklarını da en az el başparmakları kadar beceriyle kullanırlar. Bu avlanma şekli sadece şempanzeye özgü değildir; nitekim, capuchin adlı Güney Amerika primatları da dal ve yaprakları kullanarak ağaç gövdelerinden böcek larvalarını çıkarıp yerler. Gorillerde, şempanzelerdeki gibi çubuklar yardımıyla avlanma alışkanlığına rastlanmamıştır. îri primatların, özellikle şempanzenin bir başka yeteneği de resim yapmaktır. Şempanzeler bu işten büyük zevk duyarlar. Başında tipik ressam bonesi, ağzında piposu ve elinde yağlı boya fırçası ile tuval önünde büyük bir zevkle kullandığı renklerden çeşitli şekiller yaratan şempanzelere hiç de yabacıa sayılmayız. Şempanzelerin yaptıkları tablolarda renklerin belirli bir düzen içinde kullanıldığı görülür.
Primatlar değişik tonlarda çıkardıkları seslerle iletişim kurarlar. Primatların ses tonları, insan hariç tutulursa, 7 ile 26 birim arasında değişir, iletişim açısından insanı, diğer primatlardan ayrı değerlendirmek yerinde olur. insana özgü konuşma dilinin başka hiçbir primatta olmadığını biliyoruz. Bu yetenek onun aşağı yukarı 2 milyon yıl boyunca fizyolojik ve nöropgibolojik düzeyde geçirdiği değişim süreçleri sonunda gerçekleşmiştir.
insan dışındaki primatlara gelince, örneğin çok sık ormanlık alanlarda özellikle gece yaşdıbına uyum sağlamış primatlarda iletişim sesle ya da görsel olarak değil de, çoğunlukla göğüs, boyun, kol ve anüs çevresindeki salgı bezlerince salgılanan kokular sayesinde olur. Yeni Dünya primatlarından aluattalar, köpek gibi uluyarak iletişim kurarlar. Bu ses onların gırtlak bölgesindeki anatomik yapının değişik olmasından kaynaklanır. Bunlarda dil kemiği aşırı ölçüde büyüktür. Dil kemiğinin yarattığı titreşim bu sesin çıkmasını sağlar.
Jibonlarda çenelerin altında hava ile dolabilen iri ses kesecikleri vardır. Ses çıkaracağı sırada bu hava keseciği jibonun başı kadar irileşebilir. Ormanlık alanda birbirlerinden uzakta bulunan jibonlar, aralarında bu keseciklerden çıkardıkları seslerle haberleşirler. Aynı oluşum orangutanda da vardır. Çene altında bu oluşum göğüse kadar inebilir. Şempanze ve gorillerin gırtlak bölgesinde de hava keseciği bulunur. Ancak bunlar, orangutan ve jibondakinin aksine içe doğru gelişmiştir. Goril, elleriyle göğsünü yumruklarken bu kesecikler de şişer; böylece ses meydana gelir. Bu şişen kesecikler, aynı zamanda, göğüs kafesindeki kaburgaları da gorilin yumruklarından korumuş olur. -
10.
+1 -1Orangutan ve şempanzenin yüz mimikleri diğer iri primatlarınkine oranla zengindir. Özellikle ağız çevresinde oldukça gelişmiş kaslar bulunur (Buettner-Janusch, 1966). Bu sayede sıkıntılarını, heyecanlarını ve daha birçok duyguyu rahatça ifade etme fırsatı bulurlar. Şempanzenin iletişim kapasitesi yaklaşık 50 yıldan beri çeşitli laboratuvar çalışmalarına konu olmuştur (Lewin, 1991). Laboratuvarda uzmanların özel denetimi altında sürdürülen tüm çabalara rağmen şempanzelere konuşma öğretilememiş; bu alanda sarfedilen çabalar sonuçsuz kalmıştır. Aslında şempanze ve diğer iri primatların gırtlak ve yutak bölgesindeki anatomik yapıları, nörolojik donanımları ve beyin korteksleri konuşmaya yatkın olmadıklarını göstermektedir. Bu durumda, uzmanlar, insanlar için geliştirilen sağır-dilsiz dilini öğretme yoluna gitmişler ve bunda başarılı olmuşlardır, »öylece şempanze ile olan iletişim, konuşma diliyle değil de, sağır-dilsizler için özel hazırlanan ve simgelerden oluşan ameslan adlı bildirişim sistemi sayesinde mümkün olmuştur. Bu bildirişim sistemi içinde 200 sözcükten oluşan bir alfabeden yararlanılmış; uzun uğraşlar sonucu şempanze, ancak bu sistem aracılığıyla insanla diyalog kurabilmiştirTümünü Göster
insan denilen varlığı tanımaya yönelik derin bir merakı olan bir kişi ,onun yeryüzünde ortaya çıkış sürecini , hatta yeryüzünde görünmeden önce, çıkmaya hazırlandığı sahnenin koşullarını, gerçeğini öğrenmelidir. Bu sebeple yerkürenin var oluş macerasını gözden geçiren bir çalışma hazırlayarak ilgililerin takdirine sunmak istedim.. Şimdi ilk yapmamız gereken şey, biraz geriye(!), aşağı yukarı 4.5 milyar yıl öncesine, “Prekambriyen devre” giderek yaşamlarımızı borçlu olduğumuz gezegende neler olup bittiğine bir bakmak olacak.
Daha sonra canlı yaşamın var oluş bulmacasına açıklık getirmeye çalışan bilimsel önermeleri inceleyecek, Kambriyen döneme geldiğimizde neredeyse bir anda ortaya çıkan renkli ve çeşitli canlı türlerinden kısaca bahsedip oradan çalışmamızın esasını teşkil eden insan denilen varlığa, onun türeyişine, yeryüzüne yayılışına ve nihayet modern insanın sahneye çıkış sürecine elimizdeki bilimsel bulgular temelinde değineceğiz. Jeolojik, antropolojik ve evrimbilimsel nitelikte bir içeriğe sahip olan bu ilk bölümün amacı, insanın dünyayı algılama ve anlamlandırma sürecinde tesiri altında bulunduğu doğal, fiziksel ve tarihsel koşulları hatırlatmaktır. insan düşüncesinin filizlendiği vasatı bilmek onun içeriğine yaptığımız bakışa mutlaka bir derinlik kazandıracaktır.
1.PREKAMBRIYEN DEVIR:
Önce Prekambriyen devrin ana hatlarını çizelim.. Dünyanın jeolojik tarihini gösteren zaman ölçeği son 200 yıl içinde yavaş yavaş geliştirildi.4.5 milyar yıllık yeryüzü tarihinin 570 milyon yıl öncesine kadar olan büyük bölümü “Prekambriyen devir” olarak bilinir. Yaşamın adeta patladığı bu günkü hayvan ve bitki şubelerinin neredeyse hepsinin 25 milyon yıl içinde oluştuğu Kambriyen dönemi önceleyen 4 milyar yıla yakın bu uzun devir üç zaman bölümüne ayrılır:
1.Pre-Arkeyan(veya Hadeyan) zaman(4.5milyar yıl-3.8 milyar yıl arası),
Dünyanın oluşumu ile başlar
2.Arkeyan zaman(3.8 milyar yıl-2.5 milyar yıl arası)
Bulunan en eski kayanın yaşı olan 3.8 milyar yıl bu zamanın başlangıcıdır.
3.5 milyar yıl önce bu zamanda ilk prokaryotik hücrelere ait fosiller bulunmuştur.
3.Protozoik zaman(2.5 milyar yıl-570 milyon yıl)
1.5 milyar yıl önce Ökaryotik hücrelerin ve
900-600 milyon yıl önce alglerin oluşumunu işaretler..
Dünyanın doğuşu:
Şimdi 4.5 milyar yıl öncesine dönelim…Dünya gezegeni toz bulutlarının yoğunlaşmasıyla henüz oluşmuş. Açısal momentumunu korumak üzere kendi ekseni etrafında dönmeye başlamış ki bu sayede o günden beri dönüp duruyoruz. Mars büyüklüğünde bir gök cisminin dünyaya hızla çarparak kopardığı parçalardan oluştuğu sanılan Ay, çekim gücü ile dünyanın dönüş hızını azaltıcı yönde bir fren etkisi uygulamaya başlayalı az bir zaman geçmiş. Dolayısıyla dünya kendi çevresinde bugünkünden daha hızlı dönüyor.Bir günün süresi sadece 15 saat civarında.Üstelik ay dünyaya daha yakın ve yerküreden baktığımızda alıştığımızdan çok daha büyük görünümde.
Yer kabuğu ile çekirdek arasında yer alan manto tabakası bu günkünden daha sıcak ve yerküre tabakaları arasında gerçekleşen yoğun konveksiyon hareketleri nedeniyle sıkı bir volkanik aktivite devam ediyor. Volkanik faaliyetler sonucu çıkan gazlar ve su buharı ilk atmosferi ve okyanusları oluşturuyor.
Aşağı yukarı dünya ile aynı tarihlerde oluşan güneşimiz henüz genç bir yıldız ve dünyayı bu günkünden az ısıtıyor Buna rağmen yeryüzünde sıcaklık atmosferdeki yoğun sera etkisi ve volkanik faaliyetler dolayısıyla 50-100 Cº arasında seyrediyor.Su sürekli buhar halinde ve yoğunlaşıp yeryüzüne düştüğü takdirde kısa sürede yine buharlaşıyor. -
11.
0Atmosfer çok yoğun ve yeryüzü gaz bulutlarının imkan verdiği ölçüde, oldukça az miktarda ışık alabiliyor. Gökyüzünde sık sık çakan şimşekler ortalığı bir anda aydınlatıveriyor. ilkel okyanuslar ve üzerinde az miktarda kara parçası yer kabuğunun dış katmanını örtüyor. Dünyanın merkezinde muhtemelen cereyan eden radyoaktif faaliyetler dolayısıyla oluşan yüksek ısı yerkabuğuna volkanik faaliyetler sonucu ulaşıyor. Okyanusların üzerinde belirmiş volkan ağızları püskürttükleri kızgın lavlarla suları ısıtıyor. Atmosferde volkanik aktiviteye bağlı olarak bol miktarda karbondioksit, azot, metan gazı, amonyak ve su buharı mevcut. Serbest halde oksijen ise hiç bulunmuyor.Tümünü Göster
Oksijenin dünyanın kuruluşundan itibaren 2.8 milyar yıl boyunca serbest halde atmosferde bulunmadığı demir madeni içeren tortullarda ve fosil örneklerinde demirin ve organik maddelerin oksidasyon izine rastlanmamasından anlaşılıyor.
Günümüzden 1.7 milyar yıl öncesinden başlayarak demire artık serbest oksijenli ortamda pas, yani demir oksit halinde rastlanması (binded iron formation:bif) atmosferin oksijen içeriğindeki artışı gösteriyor. Pas şeklindeki demir Avustralya ve Güney Afrika’da görülenlere benzer okyanus tabanlarında silisyumla karışık büyük tortullar oluşturmuştur.
Dünya’nın yaşının 4.5 milyar yıl civarında olduğu düşünülüyor. Ancak tahmin edilen bu yaş kaya örneklerine dayanmıyor. Zira dünyanın oluştuğu ilk 500 milyon yıla ait kaya örneğine henüz rastlanamadı. Bu tarih aydan getirilen bazı taşların yaşına ve hesaplara dayanmakta.Bu güne kadar bulunabilen en eski kayaç kuzeybatı Kanada’da “Yellowknife” bölgesine aittir.Bu deforme olmuş bir çeşit granit kayaç uranyum-238 izotopunun kurşun-206,uranyum-235 izotopunun kurşun-207 izotopuna bozunma hızına bağlı radyoaktif tarihlendirme metoduna göre yaklaşık 4 milyar yaşındadır.
PEKI CANLI YAŞAM NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Böyle bir ortamda canlı yaşamın ortaya çıkışı kolay olmadığı tahmin edilebilir.Önce atmosferde ve iklimde bazı değişiklikler olması gerekti. Bilindiği gibi atmosferde bulunan karbondioksit sera etkisi denilen mekanizmayla ısıyı önemli ölçüde absorbe ederek uzaya kaçmasına engel olur ve yer yüzü sıcaklığını artırır. Karbondioksitin kayaçlarla reaksiyona girerek karbonat minerallerini oluşturması, bir kısmınınsa ilkel okyanus içinde çözünerek sıvı hale geçmesi sera etkisini hafifleterek yerkürenin soğumasını sağladı. Dünya ısısının düşmesini takiben su buharı yoğunlaşarak, yağışlarla okyanus hacmini artırdı.
Yaşamın ortaya çıkmasında çok önemli bir diğer etkende yerkürenin doğuşuyla beraber atmosfer tabakasının ince olduğu ilk 500 milyon yıl içinde başladığı sanılan asteroit ve kuyrukluyıldız bombardımanının kesilmesidir.Bu bombardıman o denli şiddetli ve düşen meteoritler o denli büyüktü ki,çarpışmalar olağanüstü enerjilerin ortaya çıkışına ve okyanus sularının sürekli buharlaşmasına neden oluyordu. Ayda da benzer çarpışmaların etkisiyle ortaya çıkan kraterler halen varlığını muhafaza etmektedir.
Güçlü bir atmosferin gelişimi yukarıda bahsedildiği gibi yanardağ faaliyetleri sonucunda oldu. Yerküre oluştuğu sırada kütlesinin hafif gazları fazlasıyla tutacak kadar büyük olmaması nedeniyle hafif gazlardan ağır madenlerle bileşik yapanları yapmış, çoğu ise uzaya kaçmıştı. Volkanik faaliyetler yerkabuğunun terlemeye benzer bir eylemle atmosfer oluşumu için gerekli hafif elementleri yeniden kazanmasını sağlamıştır. Atmosfer belli bir olgunluğa eriştiğinde meteorit bombardımanının durduğu anlaşılıyor.
Yaşamın ortaya çıkışını gösteren ilk fosil kayıtlarının tarihi bu bombardımanın kesilmesinden çok kısa bir süre sonraki zaman dilimine,3.8 milyar yıl öncesine aittir.
3.8milyar yıl önce tek hücreli canlılar şeklinde ilk yaşam belirtileri ortaya çıktı. Çekirdekli ve fotosentez yapan ilk Ökaryotik hücrelere ait fosil kalıntılarının en eskisi ise ancak 1.5 milyar yıl yaşındadır.Bu durum tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçişin ancak 2 milyar yıl içinde mümkün olduğunu gösteriyor.
Bir özet yapacak olursak:
Dünya 4.5 milyar yıl yaşında, aşağı yukarı güneşle aynı yaşta sayılır. Dünyadaki en eski kaya örnekleri 4 milyar yaşında görünüyor. Ancak aydan getirilen kaya örneklerinin incelenmesi bu sonuca varmamıza yol açtı.
Başlarda atmosfer çok ince idi ,zira dünyanın hafif gazları tutacak “kütlesi- kütle çekimi” yok. Oysa atmosfer oluşumu canlı yaşam için çok önemli.iki sebepten:
1.Dünyaya zarar verecek asteroit yağmuru ve ultraviyole ışınlarının süzülmesi
2.Dünya sıcaklığının belirli seviyede korunması
Atmosferin oluşumu volkanik aktivite sayesinde gerçekleşti. Bilim adamları başka gezegenlerde hayat izini araştırırken ilk baktıkları şey volkanik açıdan gezegenin faal olup olmadığıdır. Volkanik aktivite hafif gazların olduğu kadar ağır metallerinde dünya yüzeyine çıkmasına neden oldu.
Uzun süre(2.8 milyar yıl atmosferde oksijen bulunmuyordu. Bunu pas oluşumundan (bıf veya binded ıron formation) anlıyoruz.
Okyanusların oluşumu hayat için kritik bir dönemeçtir. Okyanusların oluşumu dünyanın oluşum süreci esnasında kısmen soğuması sonucu volkanik aktivite ile kazanılan su buharının su haline geçmesi ile mümkün oldu.ilk okyanusların yine volkanik aktivite sonucu üretilen karbondioksiti erimiş halde tutması ve kayaçların karbondioksit ile rekasiyona girerek karbonat minerallerini oluşturması sonucu sera etkisi azaldı. Dünya canlı yaşamın başlayabileceği ölçüde soğudu.
ilk prokaryotik organizmalar 3.8 milyar yıl önce ortaya çıktı.Çekirdekli hücre (Ökaryot) oluşması ise en az 2 milyar yıl sonra (1.5 milyar yıl önce) mümkün oldu
YAŞAM NASIL BAŞLADI?:
Son 2500 sene boyunca yanıtlanması zor bu sorunun muhatabı dini kurumlar oldu.150 yıl öncesine dek sokaktaki insan kadar çoğu bilim insanı için de “belli bir plan çerçevesinde Tanrı’nın önce kainatı, güneş ve gezegenlerle birlikte dünyayı yarattıktan sonra sırasıyla bitkileri, muhtelif hayvan türlerinden birer çifti en sonunda da insanı yaratarak yeryüzüne yerleştirdiği” şeklinde özetlenebilecek dini açıklama bu soruya kâfi cevap teşkil ediyordu. Hatta 17.yy. da yaşayan irlandalı Başpiskopos James Ussher, kutsal kitapta dünyanın yaratımı ile ilgili mesellere dayanarak hesaplar yapıyor ve dünyanın yaratım tarihini MÖ. 4004 yılı olarak tespit ediyordu.
Darwin’in 1859 yılında “Türlerin kökeni” ve 1871 yılında çıkardığı “insan soyu” isimli kitaplarından sonra bilim çevrelerinde hayatın doğuşu üzerinde evrim teorisini dikkate alan tartışmalar yapılmaya başlandı. Darwin, türlerin bu günkü görünümleriyle aynı anda yeryüzünde var olmadıklarını;fosil kanıtlar dikkatle incelenip, türlerin arasındaki ayrımlar araştırıldığında anlaşılacağı gibi, insan da dahil bütün türlerin, çok eski bir zamanda tek bir ortak atadan türemiş olduklarını, milyonlarca yıl devam eden bir evrim sürecinin sonunda ise bu günkü görünümlerini kazanmış olduklarını ileri sürüyordu. Darwin’e göre evrim sürecinin motoru “doğal seleksiyon” olarak isimlendirdiği bir mekanizma idi. Değişen doğa ve çevre koşulları karşısında uyum sağlayabilen, sınırlı besin kaynaklarının yarattığı rekabet ortamında rakiplerine üstünlük sağlayan türler varlıklarını devam ettirme şansını yakalıyor, sağlayamayanlar ise doğal seleksiyona uğrayarak yok oluyorlardı. Darwin teorisini ileri sürdüğü tarihte kalıtım kanunları hakkında hemen hiçbir şey bilinmiyor hatta Lamarck’ın kurdıbına uygun olarak bir canlının yaşarken edindiği fiziksel özelliklerin gelecek nesillere aktarılabileceği savı ile bir Aristoteles öğretisine dayanan canlı varlıkların cansız maddelerden türeyebileceğini ileri süren “Kendiliğinden üreme hipotezi” (spontaneous generation) -farelerin kirli çamaşır, paçavra ve tahıl taneciklerini içeren çevrelerde kendiliğinden oluşması vb.- bazı bilimsel çevrelerde kabul görüyordu.
–
Spontane üreme kuramı 1864 yılında Pasteur’ün sterilize edilmiş ortamlarda mikroorganizmaların çoğalamayacağını gösterip ,bir canlının ancak başka bir canlıdan üreme yoluyla oluşabileceğini kanıtlaması ,Lamarc’ın görüşü ise 1899 yılında Alman Biyolog August Weismann’ın biyolojik yapı içerisinde eşeysel (gamet) hücrelerin bedensel (soma)hücrelerinden ayrı bir kompartımanda bulunduğunu ve birinin diğerini etkilemesinin mümkün olmadığını göstermesiyle geçerliliğini yitirdi.
Darwin de kuramında Lamarck’ın görüşlerine zaman zaman yer vermiştir. Takip eden yıllarda Mendel’in bezelyeler üzerindeki çalışmaları ile başlayan kalıtım kurdıbının gelişmesi, fosillerin birikimi ve bu fosilleri sağlıklı tarihlendirme metotlarının devreye girmesi ile evrim kuramı gelişmeye,ilk zamanlarda görülen kuram içi boşlukların yeri dolmaya , inandırıcılığı artmaya başladı. -
12.
0CANLI HAYATIN YAPITAŞLARI NASIL OLUŞTU?:Tümünü Göster
“Türlerin kökeni” yayınlandıktan sonra evrim kurdıbının temel dayanağı olan “doğal seleksiyon” olgusu ilkel canlılardan günümüz türlerine doğru yaşamın nasıl geliştiği sorusuna tatminkar yanıt oluşturabiliyordu.. Ancak canlı yaşamın ilk kez nasıl başladığı, ilk hücrenin ortaya nasıl çıktığı sorusuna yanıt oluşturabilecek hipotezlerin ortaya çıkması için biraz daha süre geçmesi gerekti. 1920’lerde birbirlerinden habersiz iki bilim adamı ,Rus kimyacı Oparin ve ingiliz genetikçi Haldane, şimşek ve yıldırım gibi doğal enerji kaynaklarının etkisiyle dünyanın ilk atmosferik bileşiminde basit moleküllerden canlı yaşamın yapıtaşlarını oluşturan organik bileşiklerin tesadüfen sentezlenmiş olabileceğini ileri sürdü. Oluşan bu organik bileşikler ilkel okyanus üzerine yağacak ve bir çeşit “organik çorba” oluşacaktı. Doğal seleksiyon bu noktada devreye girecek ve heterotrofik olduklarını sandıkları bu organik bileşiklerden hangilerinin varlıklarının devam edeceğini belirleyecekti. Organik çorba tükenme noktasına ulaştığında ise mutasyonlar yoluyla ototrofik ilk canlı formlar oluşmuş olabilirdi.
1950’lerde illinois eyaleti Chicago Üniversitesinde kimya öğrencisi Stanley Miller , Nobel ödüllü fizikçi Harold Urey gözetiminde Oparin ve Haldane’in savlarını test etmek üzere bir laboratuar düzeneği kurdu.ilk atmosferin yapısını oluşturduğu düşünülen metan (CH4),amonyak (NH3),hidrojen (H2) gazları ile su buharını cam bir balona koyup, düzenekten çakan şimşekleri temsilen 150.000 voltluk elektrik akımı geçirdiler. Sonuç çarpıcıydı. Birkaç gün içinde balondaki sıvının rengi kahverengine döndüğü ve sıvı incelendiğinde yaşamın temel taşları olan aminoasitlerin oluştuğu görüldü. Daha sonraki çalışmalarda yirmi aminoasidin tamamı ve fosfat , şeker grupları gibi DNA’nın yapısını oluşturan nükleotidlerin de üretilebildiği görüldü.Bu çalışmalar sonucunda canlı bir organizma üretilemedi ancak ilk atmosferdeki basit moleküllerden kompleks organik moleküllerin türeyebileceği anlaşılmış oldu.
–
Miller’in çalışması bununla birlikte bazı eleştiriler de almıştır.Örneğin kullanılan atmosfer örneğinin aşırı indirgenmiş olduğu ve dünyanın indirgenmiş bu atmosferi muhafaza edemeyerek kısa sürede kaybettiği , olası ilk atmosferde ancak karbon dioksit, azot ve su buharı ile az miktarda da karbon monoksit bulunduğu ileri sürülmüştür. Miller’in bu gazlarla yaptığı denemelerde ise organik maddelerin oluşması bakımından aynı ölçüde başarılı sonuç alınamamıştır. Oparin’in görüşü ise tespit edilen en ilkel yaşam formlarının Oparin’in düşündüğü gibi heterotrofik değil ototrofik yapıda olması bakımından eleştirilmiştir. -
13.
0Eğer ilkel atmosfer koşullarında söz konusu organik maddelerin oluşması mümkün değilse canlı yaşam nasıl başlamış olabilir sorusuna bir başka yanıt, Halley kuyruklu yıldızı ile 1986 yılında ki buluşmadan sonra geldi. Güneş etrafında gezegenler gibi belli bir yörünge üstünde ancak onlara göre aksi yönde dönen bu gök cisminin 76 senede bir gerçekleşen dünya ile yakınlaşması en son 1986 yılına rastladı. Halley’i inceleyebilmek için yollanan beş uzay aracından ona 550 km’ye kadar yaklaşabilmeyi başaran ESA yapımı(ESA:European Space Agency) Giotto’nun dünyaya gönderdiği veriler çok ilginçti. Halley’in karanlık çekirdek kısmı 10 km çapında olup kaya ve toz tabakasını bir arada tutan buzdan oluşmakta ve yüzeyi ise organik bir materyalle kaplı görünmekteydi.Bu bulgular bazı bilim adamlarının, dünyadaki yaşamın kaynağının dış uzay olabileceğini ileri sürmelerine yol açtı.
Eğer canlılığın yapı taşlarını oluşturan organik moleküller ilkel atmosferin elverişsizliği dolayısıyla kendiliğinden oluşamadıysa bile, pekala 4.5 milyar yıl önce başlayan meteor yağmuru sırasında yeryüzüne ulaşmış olabilirdi.
DNA VE RNA’NIN OLUŞUMU:
Yakın zamanda RNA molekülünün DNA molekülünden önce oluşmuş olabileceği fikri yaygınlık kazandı.DNA moleküler bilgiyi saklamaktan öte bir vazifeye sahip değilken, RNA moleküler bilgiyi iletmenin yanı sıra protein yapımını uyarmak ve bazı kimyasal reaksiyonları bazı ko-enzimlerin de yardımıyla katalize etmek gibi işler de yapar.
Belki de ilk oluşan kısa bir nükleotid dizisine sahip RNA kendisini çevreleyen su içindeki başka nükleotidleri bağlayabilmekte ve kendi kopyasını yapmaktaydı.
– -
14.
0Eğer böyle bir RNA molekülü bir mutasyon sonucu çoğalma hızını artıracak, moleküle bitişik enzimatik kalitede bir protein sentezlemişse, bu molekül çifti çevredeki diğer RNA’lara belirgin bir yaşamsal üstünlük sağlayacaktı.Tümünü Göster
Bu ilginç teori ”Bencil RNA” teorisi olarak biliniyor.
RNA ve yardımcı enzimleri kendilerini çevrenin zararlı etkilerinden koruyacak bir duvar sentezleyebilirlerse çoğalma hızı daha da artacak ve nihayet bir yaşam formundan bahsetmek mümkün olacaktı.
DNA’nın ise bir ileri aşamada oluştuğu düşünülüyor. DNA, RNA’ya göre ısı,mor ötesi ışınlar ve kimyasal reaksiyonlardan çok daha az etkilenen, kolay bozunmayan güçlü bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla RNA dünyası geliştiğinde bilgilerin mutasyonlardan daha az etkilenerek saklanmasına yarayan bir depo olarak işlerlik kazanmış ve bu suretle varlığını sürdürmüş olabilir.
YERYÜZÜNDE ILK YAŞAM ÖRNEKLERI:
Yeryüzünde yaşamın başlangıcını gösteren en eski fosil örnekleri 3.5 milyar yıl öncesine ait silindirik veya eliptik tarzda parçalanmış hücre duvarı örnekleridir. Kaya içinde fosilleşmiş hücre duvarlarının, yani chert’lerin 2.5 ile 0.5 milyar yaşları arasındaki daha genç siyanobakter fosillerinden ayrılması güç olmaktadır.
Son yıllarda için hayli sofistike tekniklerin uygulandığı türler arası genetik karşılaştırma çalışmaları yapılmakta ve bu suretle türlerin evrimsel düzeyde birbirlerine yakınlıkları ve bağlantıları araştırılmaktadır. Genetik kodu oluşturan parçaların, nükleotidlerin dizilişleri (sequence) türe özgü özellik gösterir ve türler arasındaki akrabalık ilişkisini ortaya koyar. Yaşayan canlıların genetik diziliş bakımından üç ayrı sınıftan(domain) birine dahil olma mecburiyeti gösterilmiştir.
Prekambriyen dönemde ilk kez ortaya çıkan bu üç canlı sınıfı şu şekildedir:
1.Arkeya’lar
2.Gerçek bakteriler(Siyanobakter vb.)
3.Ökaryotlar
(Hayvanlar, bitkiler,mantarlar, algler ve protozoa’ların
dahil olduğu tüm çekirdekli organizmalar)
Bu üç sınıfın ortak atası olarak gösterilebilecek yaşayan bir canlı örneğine ya da fosil izine ise rastlanamamaktadır.
1.Arkeyabakteriler:
Şimdiye kadar görülen tek hücreli, mikroskobik ve çekirdeksiz, en primitif ve yaşayan en eski canlı olan Arkeya’ların hayatı başlatan ilk canlı formu olma ihtimali çok yüksek görünüyor.
Bu primitif mikroorganizmalar gün ışığının ulaşmadığı okyanusların binlerce metre derinliklerinde volkanların husule getirdiği çok sıcak su akıntılarında, asitli ortamlarda yaşayabilir ve enerjilerini çevrede bolca bulunan hidrojen sulfitten (H2S) yararlanmak suretiyle kompleks hidrokarbonlar sentezleyerek (kemosentez) elde ederler
.işte bu zorlu koşullara adapte olabilme becerileri yeryüzünde yaşamı başlatan ilk canlı formu olma ihtimallerini yükseltmektedir .Arkeya’lar gerçek bakterilerden hücre yapısının barındırdığı biyokimyasal düzeydeki farklılıklarla ayrılır.Bu bakterilerin gerek ribozomal RNA’larında baz düzenlemeleri gerekse plazma membranı ve hücre duvarının yapısı gerçek bakterilerden farklıdır. Arkeya membranları gerçek bakterilerden lipid içeriğinin yüksek ısıda kolayca bozunmayan isopren zincirlerinden oluşmasıyla ayrılabilir. ilk Arkeya fosili 1979’da Alman Messel petrol işletme tesislerinde çıkartılan Miosen döneme ait birikintiler arasında isoprenoid kalıntılar şeklinde bulunmuştu .
Daha sonraları izlanda’nın batısında isua mevkiinde keşfedilen 3.8 milyar yaşında dünyanın en eski tortullarında Arkeya’lara özgü kimyasal izlere rastlanması, bu canlıların yeryüzü koşullarının canlı hayatın başlamasına izin vermeyecek ölçüde zorluklar içerdiğine inanılan ilk 1 milyar sene içinde dahi hayatta olduklarını ispatlamıştır.
2.Siyanobakteriler:
Siyanobakteriler veya diğer adıyla mavi yeşil algler 3.5 milyar yıllık tarihlerine bakılacak olursa yaşamı başlatmış olması muhtemel canlılılardan birisidir. Halen ağaç kabuklarında, kaya üzerlerinde, nemli toprakta, göl ve sığ suların yüzeylerinde birikintiler halinde bulunabiliyorlar.
Mavi yeşil alg: Siyanobakteriler yeşil klorofil pigmenti barındırıp fotosentez yapabilen okyanus canlıları olmaları dolayısıyla sıklıkla mavi yeşil alg olarak isimlendirilirler. Yeşil rengi bastıran mavi ya da kırmızı pigmente sahip cinsleri vardır..Ökaryotik yapıdaki gerçek yeşil alglerden farklı olarak çekirdek, kloroplast ve hücre içi kompleks organeller bulundurmazlar.
Liken dediğimiz canlılarda siyanobakterlerin mantarlarla kurdukları simbiyotik ilişki sonucu gelişmiştir. Fotosentez yapabilen bu bakteriler ürettikleri oksijen sayesinde 570 yıl önce kambriyen dönemi işaretleyen yaşamsal patlamaya elverişli atmosferik koşulların oluşmasını sağlamışlardı.
Siyanobakteriler kalsiyum karbonatı presipite edebilme gibi bir özellikleri vardır. Presipitasyonlar sonucu oluşan tortul tabakaların üzerinde tekrar tekrar kolonize olarak stromatolit denilen kubbe görünümlü yapılar oluştururlar.2.5 milyar yıl önce başlayan proterozoik çağın başından beri daha da bol miktarda rastladığımız stromatolit fosillerinin en eskisi Washington D.C.’deki Ulusal Doğa Tarihi Müzesinde sergilenmekte olanıdır.Bu fosil tam 3.5 milyar yaşındadır ve yer yüzünde yaşamın varlığına dair doğrudan ve en eski kanıtı oluşturmaktadır.
3.ilk ökaryot hücreler:
Ökaryot hücre prokaryot hücreden çok daha sonra ortaya çıktı.1.6 milyar yıl yaşında alglere ait spor yada kist olması muhtemel fosiller ökaryotik yaşamın başlangıcına işaret ediyor.Ökaryot hücrenin prokaryot hücreden ayırt edici farkı hücre çekirdeği(nükleus) içermesidir . Ökaryotlarda çekirdek içinde histon denilen özel bir proteinin içine yerleşmiş genetik materyal prokaryotlarda serbest halde plazma içinde bulunur.Ökaryotik hücrenin nasıl ve nereden türediği konusunda elimizde yeterli fosil kanıt yok
Ancak bu konuda üç adet teoriye sahibiz.
Bunlardan ilki ökaryot hücrenin arkeya benzeri bir prokaryot hücreden evrimleşerek geldiği,
ikincisi arkeya, gerçek bakteri ve ökaryot hücrenin arkeya benzeri ortak bir atadan farklılaştığı,
üçüncüsü ise Amerikalı mikrobiyolog Carl Woese’nin geliştirdiği bir hipotez bağlamında bu üç domain de yer alan hücrelerin (tek bir ortak atadan değil) genetik olarak farklılık gösteren bir grup ilkel prokaryotik hücreden farklılaşarak oluştukları şeklindedir.
Ökaryot hücrenin prokaryot hücreden farklılaşarak geldiği tezini destekleyen önemli birkaç bulgu mevcut. Bilim adamları prokaryot hücredeki plazma membranının içeri kıvrımlanmasıyla endoplazmik retikulumun ve nükleusun oluştuğunu düşünüyorlar. Mitokondri ve kloroplastların oluşumu hakkında ise daha ilginç bir fikir Amerikalı mikrobiyolog Lynn Margulis’den geldi.
Margulis’e göre mitokondri ve kloroplastlar, ökaryot hücreyle prokaryot hücrenin karşılıklı faydaya dayanan ortakyaşarlılığı sonucu gelişmişti.Bu fikre göre ökaryot hücreler prokaryot hücreleri önce tüketmek amacıyla içlerine aldılar ancak prokaryot hücrelerin her şeye karşın, konuk olduğu sitoplazma içinde yaşamayı başarması ilginç bir gelişmeye yol açtı.Bu prokaryotik hücrelerden ototrofik tabiatta olanlar fotosentez yoluyla glikoz, heterotrofik tabiatta olanlar ise ATP üretip evsahibi hücreye fayda sağlarken evsahibi de onlara korunaklı bir ortam sunuyordu.iki tarafa da fayda sağlayan bu ortak yaşam, uzun bir zaman sürecinde ilkinin kloroplast ikincisinin ise mitokondriye dönüşmesiyle sonuçlandı. Mitokondri ve kloroplastın çekirdekteki genetik materyalden ayrı tamamen kendisine özgü bakteriye benzer bir genetik yapı içermekte oluşu bu görüşü destekler niteliktedir.
Prekambriyen Devir(ilk Jeolojik Çağ olup 3 devire ayrılır)
• Pre-Arkeyan
(4.5milyar yıl-3.8 milyar yıl),
Dünyanın oluşumu
• Arkeyan
(3.8 milyar yıl-2.5 milyar yıl)
3.5 milyar yıl önce ilk Prokaryotik hücrelerin oluşumu[/sarikutu]
• Protozoik
(2.5 milyar yıl-570 milyon yıl)
Ökaryotik hücrelerin oluşumu(1.5-2 milyar yıl önce)
ilk çok hücrelilerin oluşumu (1 milyar yıl önce)
Alglerin oluşumu(900-600 milyon yıl önce)
Denizanasının oluşumu (680 milyon yıl önce)
Proterozoik dönem boyunca yeryüzü birkaç kez ekvatoral bölge hariç buzlarla kaplanacak kadar soğumuştu.”Kartopu Dünya” olarak bilinen bu dönemlerin en sonuncusu kambriyen dönemden hemen önce yaşandı. -
15.
0@14 okuyor musun? devamı var
-
16.
-1@32 din kavramı diye bişey olmaması dinlerin savaşından daha mı kötü görünüyor sence? dostum babanızdan veya dedenizden duyduğunuz şeylerle gelmeyin buraya. kuran'da ayet bile var müslümanlıktan çıkanları öldürün diye. yeme bizi.
-
17.
0@37 sana laf anlatmaktan vazgeçtim güzel kardeşim. sayfalarca yazı yazmama rağmen hala ilk canlı nasıl oldu seviyesindesin.
-
18.
0@40 allah insanların güvenilmez olduğunu bilmiyor mu? bilmiyorsa herşeyi bilen değildir. yok biliyorsa eğlencesine kullanıyor sizi.
-
19.
0@41 bunlar ıspatlı şeyler kardeşim hadi sende ıspatlı şeyleri kopyala yapıştır yap. yok ay ikiye bölündü yok musa denizi yardı felan.. kopyala yapıştır yaparak bile bi gib ıspat edemezsin sen.
-
20.
0@47 evrim diyorum amk cahili.
-
cfkrn adlı yazarın anasıylaa
-
ben bu sözlüğün özürlü pijiyim
-
olum bu iceceklerin neden gazı yok arıtk
-
hayat artığı kız tavlama tavsiye
-
bakircan sandığımızdan daha hayatsız biri olabilir
-
ben bir gün sevişirsem de
-
arkadaslar yarranizi atmayin vikings kızıyor
-
albay sen ilk geldifinde öğrenciydin de mi la
-
kamyoncu kamil amcılığıı
-
ferre kategoris nerde söyleyene 100 tl
-
ben haric 19 adam var her biriniz
-
29 temmuz 2025 karnımın acıkması
-
ismim herhangi bi şekilde yozgatla
-
sıla eskiden ne güzel kadınmış
-
üstad sedat kapanoğlu
-
iki gündür femboy entry giriyorum diye
-
kız müslüman değilim diye konusmayi kesti
-
insanlar niye çoğalıyor
-
escorta gitmeyin travestiye gidin
-
ben kürdüm askerlik benim neyime
-
kamyoncu abi instanbula ne zaman gelcen ya
-
sözlük içi gibişebilen şanslı
-
işe git eve gel inciye gir instaya gir
-
deli türkçü
-
kaptan kirk göğüs kılı
-
flood yapma az beyinli
-
bana ilk reis diyeni sağk kolum yapcam
-
ilk şukumu aldım bundan sonrası
-
klima fiyat performans öneri
-
3 gundur öleceğimi hissediyorum
- / 2